Acıdan beslenmek, çoğu insanın farkında olmadan kendini sürekli olarak tuttuğu yer. Bu besin, insanın gözlerden uzak en karanlık köşelerine yerleşiyor ve hayatının her alanına oradan sızıyor. Arthur Janov’a göre nevrozun kaynağı çocuklukta bastırılan “ilkel acılar”dır. Bu acılar bilinçaltında büyür ve birey onları bilinçli bir şekilde yeniden yaşamayı reddetmez — tam tersine, içsel bir besin gibi sürdürülür, zira tanıdık acı, güvenli bir kimlik zeminidir.
İnsan, acıya sandığından daha fazla bağlanır. Yüzeyde, acıdan kaçmak ister gibi görünür; ama derinde, ondan beslenir. Acı, bazen bir yaradır; bazen de ruhun karanlık bahçesinde gizlice büyüttüğü tek çiçek. İnsan ise o çiçeği sulamaktan vazgeçmez. Çünkü acı, ona hem kim olduğunu hatırlatır hem de varoluşuna keskin bir tat verir.
Acıdan beslenmek, yalnızca trajedilerle dolu hayatların meselesi değildir. En mutlu görünen insanlar bile, farkında olmadan bu sofraya oturur. Çocukluktan beri taşıdığı eksiklikler, reddedilmeler, ihanetler… Hepsi, görünmez bir mutfağın malzemeleridir. İnsan, bu malzemelerden kendine bir kimlik yemeği yapar. O yemeğin tadı acı olsa da tanıdıktır ve eski acılar tatlandırılmıştır.
Tanıdık acı, güvenli bir liman gibidir. Çünkü bilmediğimiz bir mutluluk anlayışı, korkutur; bizi nereye sürükleyeceği bilinmez. Oysa acı, haritasını ezbere bildiğimiz bir adadır. Orada kalmak, risk almamak demektir.
Psikoloji, bu durumu “ikincil kazanç” olarak tanımlıyor. Bu da acının daha doğrusu acı çeken halimizin bize sağladığı görünmez faydalar olduğu anlamına gelir: ilgi görmek, anlaşılmak, sorumluluklardan kaçmak… Üstelik bu faydalar, acının köklerini daha da derine salar. Kendi yaralarımızı iyileştirmek yerine, onları sergilemekten besleniriz. Böylece acı, hem düşmanımız hem de dostumuz olur.
Fakat acıdan beslenmenin en tehlikeli yanı, kimliğimizi onun üzerine kurmamızdır. “Ben buyum” deriz; “Beni böyle kabul edin.” Ve bu kabul, bizi zincire vurur. Çünkü acıdan kurtulmak, bu kimliği bırakmak anlamına gelir. Kimliğini bırakmak ise, insanın kendi varoluşunu yeniden yazması demektir. Bu, çoğu kişi için korkutucudur.
Hayat, bu döngüyü kırmak için fırsatlar veriyor. Bazen bir insan, bazen bir cümle, bazen bir an… Ama o fırsatı değerlendirmek, acıyı bırakmaya razı olmakla başlar. Acıyı bırakmak, geçmişi silmek değil; geçmişi başka bir gözle okumaktır. Yarayı unutmadan, onun üzerinden yürümeyi öğrenmektir.
Anladım ki mesele, acıyı tamamen yok etmek değil. Mesele, acının sofrada tek yemek olmasına izin vermemekmiş. İnsan, yalnızca acıyla beslenirse, bir süre sonra başka tatları hatta başka olasılıkları unutuyor. Ama sevgi, anlam ve umut da sofraya konduğunda, acı tadını kaybediyor. İnsan, ilk kez başka bir şeyle de doyabileceğini fark ediyor.
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Yasemin Koçak Tezel
Acıdan Beslenmek
Acıdan beslenmek, çoğu insanın farkında olmadan kendini sürekli olarak tuttuğu yer. Bu besin, insanın gözlerden uzak en karanlık köşelerine yerleşiyor ve hayatının her alanına oradan sızıyor. Arthur Janov’a göre nevrozun kaynağı çocuklukta bastırılan “ilkel acılar”dır. Bu acılar bilinçaltında büyür ve birey onları bilinçli bir şekilde yeniden yaşamayı reddetmez — tam tersine, içsel bir besin gibi sürdürülür, zira tanıdık acı, güvenli bir kimlik zeminidir.
İnsan, acıya sandığından daha fazla bağlanır. Yüzeyde, acıdan kaçmak ister gibi görünür; ama derinde, ondan beslenir. Acı, bazen bir yaradır; bazen de ruhun karanlık bahçesinde gizlice büyüttüğü tek çiçek. İnsan ise o çiçeği sulamaktan vazgeçmez. Çünkü acı, ona hem kim olduğunu hatırlatır hem de varoluşuna keskin bir tat verir.
Acıdan beslenmek, yalnızca trajedilerle dolu hayatların meselesi değildir. En mutlu görünen insanlar bile, farkında olmadan bu sofraya oturur. Çocukluktan beri taşıdığı eksiklikler, reddedilmeler, ihanetler… Hepsi, görünmez bir mutfağın malzemeleridir. İnsan, bu malzemelerden kendine bir kimlik yemeği yapar. O yemeğin tadı acı olsa da tanıdıktır ve eski acılar tatlandırılmıştır.
Tanıdık acı, güvenli bir liman gibidir. Çünkü bilmediğimiz bir mutluluk anlayışı, korkutur; bizi nereye sürükleyeceği bilinmez. Oysa acı, haritasını ezbere bildiğimiz bir adadır. Orada kalmak, risk almamak demektir.
Psikoloji, bu durumu “ikincil kazanç” olarak tanımlıyor. Bu da acının daha doğrusu acı çeken halimizin bize sağladığı görünmez faydalar olduğu anlamına gelir: ilgi görmek, anlaşılmak, sorumluluklardan kaçmak… Üstelik bu faydalar, acının köklerini daha da derine salar. Kendi yaralarımızı iyileştirmek yerine, onları sergilemekten besleniriz. Böylece acı, hem düşmanımız hem de dostumuz olur.
Fakat acıdan beslenmenin en tehlikeli yanı, kimliğimizi onun üzerine kurmamızdır. “Ben buyum” deriz; “Beni böyle kabul edin.” Ve bu kabul, bizi zincire vurur. Çünkü acıdan kurtulmak, bu kimliği bırakmak anlamına gelir. Kimliğini bırakmak ise, insanın kendi varoluşunu yeniden yazması demektir. Bu, çoğu kişi için korkutucudur.
Hayat, bu döngüyü kırmak için fırsatlar veriyor. Bazen bir insan, bazen bir cümle, bazen bir an… Ama o fırsatı değerlendirmek, acıyı bırakmaya razı olmakla başlar. Acıyı bırakmak, geçmişi silmek değil; geçmişi başka bir gözle okumaktır. Yarayı unutmadan, onun üzerinden yürümeyi öğrenmektir.
Anladım ki mesele, acıyı tamamen yok etmek değil. Mesele, acının sofrada tek yemek olmasına izin vermemekmiş. İnsan, yalnızca acıyla beslenirse, bir süre sonra başka tatları hatta başka olasılıkları unutuyor. Ama sevgi, anlam ve umut da sofraya konduğunda, acı tadını kaybediyor. İnsan, ilk kez başka bir şeyle de doyabileceğini fark ediyor.
Yasemin Koçak Tezel