Hissettiğiniz tam olarak bu değil mi? Eğer bu dünya denilen yerde, her birimiz,
istediğimiz her şeye ulaşabilseydik, kendi algımızın ötesine geçmek için bir
sebebimiz, bir motivasyonumuz, bir itiş gücümüz kalır mıydı? Hiçbir şeyin eksikliğini
hissetmeyen bir insanın, bir şeyler aradığını, araştırdığını, yola koyulduğunu
göreniniz oldu mu?
Bizi harekete geçiren şey, bir şeylerin eksik olduğunu hissediyor olmamız değil midir?
Aksi taktirde nasıl doğduysak, hangi seviyeye doğduysak, aşağı yukarı o seviyelerde
kalır, bize verilen hayatı, tam da o seviyeden tamamlardık.
Hayat, bizden daha fazlasını anlamamızı, öğrenmemizi, hissetmemizi ve aramamızı
talep ederken, bizler elimizdekilerle yetinmeye devam edersek, o da bizi sıkıştırmaya,
ummadığımız anlarda yakalamaya, ters köşeye yatırmaya ve şaşırtmaya devam
edecek.
Bazen tersten, ters köşeden yardım gelecek. Felaketmiş gibi görünen deneyimlerin
içinden geçerken, aslında kendi doğamızın ne olduğunu anlamaya daha çok
yaklaşacağız. Hayat bizi seçimler yapmaya zorladığında, ölüm-kalım mücadelelerinin
içine attığında, içimizde biriktirdiğimiz her şeyi kusacağız. Gerçeklerin, kendi
doğamızın, insanın doğasının ifşa olması için özel olarak hazırlanmış düzeneklerden
geçerken, bizimle aynı düzeneklere takılı kalmış olanlarla göz göze geleceğiz ve o an
anlayacağız ki her birimizin zihni, aynı soruya uygun bir cevap bulmanın peşinde:
‘Neden ben?’
Neden sen olmayasın? Senin olmaman, bunu başka birinin yaşamasını isteyecek
kadar bencil olmandan gelmiyor da nereden geliyor? Başımıza kötü bir şey
geldiğinde, ‘Neden ben?’ diyoruz. Çabalamamız, ter dökmemiz, kafa yormamız,
duvarları kırmamız, algı dünyalarında tozu dumana katmamız, okumamız,
anlamamız, hissetmemiz, empati kurmamız, merhamet duymamız gereken yerlerde,
neden hiçbirimiz bir adım öne çıkıp ‘Ben yaparım’ diyemiyoruz.
Hayatın tüm yükünü sanki bir başkası omuzlarına almalı değil mi? Bizim payımıza
düşense, her güne neşe, keyif saçmak olmalı! Tüm dünya bize hizmet etmeli, tüm
dünya tam da bizim istediğimiz gibi olmalı, bizim ihtiyacımız her ne ise, önce o
karşılanmalı. Gerisi mi? Oldu mu gerçekten bir önemi?
Hayat zar atmıyor. Her ne yaşıyorsak, tam da ihtiyacımız o olduğu için yaşıyoruz.
Planda bir kusur yok. Kusur görende. Kusur gerçeği görüp, koklayamayan,
hissedemeyen, zihin denen bir zindana sıkıştırılmış minik algılarda dolaşan bizlerde.
Bizler gerçekte neye ihtiyacımız olduğunu anlayamıyoruz. Bitecek olanın içinde
bitmeyeni arıyor, zaten var olanın, nicelikte artışına göz dikiyoruz. Ya en çok
ihtiyacımız olan şeyin gerçekte ne olduğundan bihabersek? Ya bu dünya denilen
yerdeki her şey, bir atlama taşı olarak kullanılmak için varsa ve biz atlama taşının
üzerine evler, plazalar dikmiş, medeniyetler inşa etmişsek? Ya bu durakta bizi içine
alacak bir otobüs seçmemiz gerekirken, durağın kendisini ev sandıysak? Bilseydik ki
yaşadığımız tüm sıkıntılar, başımıza gelen tüm felaketler, bizi arkadan itmek, yola
çıkarmak, olduğumuz yere mahkûm olmadığımızı anlatmak için geliyor, o zaman
daha o felaket gelmeden yola çıkmış olmaz mıydık?
Bilgeler der ki, ‘Engeller sadece ilerleyenlere gönderilir.’ Sizlere bir engel geldiğinde,
hayatın henüz sizden vazgeçmediğini, sizi yanına çağırdığını, daha fazlasını vermek
için can attığını ve kendi dilinde, kendi enstrümanlarını kullanarak, size asıl
ihtiyacınızın ne olduğunu söylemeye çalıştığını bilseydiniz, oyalanmak, kabuğunuza
çekilmek, şikâyet etmek ve isyan etmek yerine, onun dilini öğrenmeye ve o dilde ona
karşılık vermeye çalışmaz mıydınız?
Biz insanların pişmekten başka çaresi yok. Ocaktaki bir güvecin kaderine ortağız,
onun gibi pişmeye yazgılıyız. Hamlıktan kurtulmak, acı tadı tatlıya, geceyi, gündüze,
karanlığı aydınlığa çevirmenin tek yolu, içsel olarak geçireceğimiz bu hal.
Bu dönüşüm canımızı yaksa da sonunda ulaşacağımız büyük ödülü düşününce,
buna katlanmaya değer görünüyor. Kaldı ki çok daha azı için, bedensel sağlımızı
korumak adına, çok acı veren ameliyatlardan gönüllü olarak geçiyoruz. Buradaki tek
fark, bizler liyakat kazanana kadar büyük ödülün bizden saklanıyor olması. Öyle ya
ödül, yolun sonunda alınacak bir şey değil, yolun kendisi ödül; zira dönüştüren,
pişiren, olduran, eğiten, ekleyen, çıkaran, yolda bizi bekleyen deneyimlerin ta kendisi.
Her şey yolundaysa, bir şeyler yolunda değil demektir. Hayat sadece daha fazlasını
vermek istediklerini dürtüyor. Dürtme şekli biraz radikal gelebilir. Ancak uykusu ağır
olan bizleri, o uykudan uyandırmanın başka bir yolu da yok sanki…
Yasemin Koçak Tezel
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Yasemin Koçak Tezel
Bütün Dünya Bizi Köşeye Sıkıştırmak İçin Var
Hissettiğiniz tam olarak bu değil mi? Eğer bu dünya denilen yerde, her birimiz,
istediğimiz her şeye ulaşabilseydik, kendi algımızın ötesine geçmek için bir
sebebimiz, bir motivasyonumuz, bir itiş gücümüz kalır mıydı? Hiçbir şeyin eksikliğini
hissetmeyen bir insanın, bir şeyler aradığını, araştırdığını, yola koyulduğunu
göreniniz oldu mu?
Bizi harekete geçiren şey, bir şeylerin eksik olduğunu hissediyor olmamız değil midir?
Aksi taktirde nasıl doğduysak, hangi seviyeye doğduysak, aşağı yukarı o seviyelerde
kalır, bize verilen hayatı, tam da o seviyeden tamamlardık.
Hayat, bizden daha fazlasını anlamamızı, öğrenmemizi, hissetmemizi ve aramamızı
talep ederken, bizler elimizdekilerle yetinmeye devam edersek, o da bizi sıkıştırmaya,
ummadığımız anlarda yakalamaya, ters köşeye yatırmaya ve şaşırtmaya devam
edecek.
Bazen tersten, ters köşeden yardım gelecek. Felaketmiş gibi görünen deneyimlerin
içinden geçerken, aslında kendi doğamızın ne olduğunu anlamaya daha çok
yaklaşacağız. Hayat bizi seçimler yapmaya zorladığında, ölüm-kalım mücadelelerinin
içine attığında, içimizde biriktirdiğimiz her şeyi kusacağız. Gerçeklerin, kendi
doğamızın, insanın doğasının ifşa olması için özel olarak hazırlanmış düzeneklerden
geçerken, bizimle aynı düzeneklere takılı kalmış olanlarla göz göze geleceğiz ve o an
anlayacağız ki her birimizin zihni, aynı soruya uygun bir cevap bulmanın peşinde:
‘Neden ben?’
Neden sen olmayasın? Senin olmaman, bunu başka birinin yaşamasını isteyecek
kadar bencil olmandan gelmiyor da nereden geliyor? Başımıza kötü bir şey
geldiğinde, ‘Neden ben?’ diyoruz. Çabalamamız, ter dökmemiz, kafa yormamız,
duvarları kırmamız, algı dünyalarında tozu dumana katmamız, okumamız,
anlamamız, hissetmemiz, empati kurmamız, merhamet duymamız gereken yerlerde,
neden hiçbirimiz bir adım öne çıkıp ‘Ben yaparım’ diyemiyoruz.
Hayatın tüm yükünü sanki bir başkası omuzlarına almalı değil mi? Bizim payımıza
düşense, her güne neşe, keyif saçmak olmalı! Tüm dünya bize hizmet etmeli, tüm
dünya tam da bizim istediğimiz gibi olmalı, bizim ihtiyacımız her ne ise, önce o
karşılanmalı. Gerisi mi? Oldu mu gerçekten bir önemi?
Hayat zar atmıyor. Her ne yaşıyorsak, tam da ihtiyacımız o olduğu için yaşıyoruz.
Planda bir kusur yok. Kusur görende. Kusur gerçeği görüp, koklayamayan,
hissedemeyen, zihin denen bir zindana sıkıştırılmış minik algılarda dolaşan bizlerde.
Bizler gerçekte neye ihtiyacımız olduğunu anlayamıyoruz. Bitecek olanın içinde
bitmeyeni arıyor, zaten var olanın, nicelikte artışına göz dikiyoruz. Ya en çok
ihtiyacımız olan şeyin gerçekte ne olduğundan bihabersek? Ya bu dünya denilen
yerdeki her şey, bir atlama taşı olarak kullanılmak için varsa ve biz atlama taşının
üzerine evler, plazalar dikmiş, medeniyetler inşa etmişsek? Ya bu durakta bizi içine
alacak bir otobüs seçmemiz gerekirken, durağın kendisini ev sandıysak? Bilseydik ki
yaşadığımız tüm sıkıntılar, başımıza gelen tüm felaketler, bizi arkadan itmek, yola
çıkarmak, olduğumuz yere mahkûm olmadığımızı anlatmak için geliyor, o zaman
daha o felaket gelmeden yola çıkmış olmaz mıydık?
Bilgeler der ki, ‘Engeller sadece ilerleyenlere gönderilir.’ Sizlere bir engel geldiğinde,
hayatın henüz sizden vazgeçmediğini, sizi yanına çağırdığını, daha fazlasını vermek
için can attığını ve kendi dilinde, kendi enstrümanlarını kullanarak, size asıl
ihtiyacınızın ne olduğunu söylemeye çalıştığını bilseydiniz, oyalanmak, kabuğunuza
çekilmek, şikâyet etmek ve isyan etmek yerine, onun dilini öğrenmeye ve o dilde ona
karşılık vermeye çalışmaz mıydınız?
Biz insanların pişmekten başka çaresi yok. Ocaktaki bir güvecin kaderine ortağız,
onun gibi pişmeye yazgılıyız. Hamlıktan kurtulmak, acı tadı tatlıya, geceyi, gündüze,
karanlığı aydınlığa çevirmenin tek yolu, içsel olarak geçireceğimiz bu hal.
Bu dönüşüm canımızı yaksa da sonunda ulaşacağımız büyük ödülü düşününce,
buna katlanmaya değer görünüyor. Kaldı ki çok daha azı için, bedensel sağlımızı
korumak adına, çok acı veren ameliyatlardan gönüllü olarak geçiyoruz. Buradaki tek
fark, bizler liyakat kazanana kadar büyük ödülün bizden saklanıyor olması. Öyle ya
ödül, yolun sonunda alınacak bir şey değil, yolun kendisi ödül; zira dönüştüren,
pişiren, olduran, eğiten, ekleyen, çıkaran, yolda bizi bekleyen deneyimlerin ta kendisi.
Her şey yolundaysa, bir şeyler yolunda değil demektir. Hayat sadece daha fazlasını
vermek istediklerini dürtüyor. Dürtme şekli biraz radikal gelebilir. Ancak uykusu ağır
olan bizleri, o uykudan uyandırmanın başka bir yolu da yok sanki…
Yasemin Koçak Tezel