“Önce öğren, sonra anlarsın” derlerdi. Bu söz kulağa makul gelse de zamanla anladım ki öğrenmek ve anlamak aynı süreçler değildir. Öğrenme ve anlama sürecinin, akılda ve kalpte eşzamanlı olarak yürütülmesi gerekir. Biriktirilmiş doğrulardan kurtulmak için de ters köşelerden gelen birçok deneyimin içinden geçmek şarttır.
İnsan, ancak öğrendiği bilgiyi hem zihninde hem kalbinde işleyebildiğinde gerçekten anlayabilir. Zihin bilgiyi depolar; kalp ise onu dönüştürür. Bu nedenle anlamak, sadece bilişsel bir farkındalık değil, duygusal bir olgunluğun ve olmuşluğun sonucudur.
İnsan, kabuklarını tek tek soymaya başladığında, alttaki en temel ihtiyacın hayatına yön verdiğini keşfeder. İşte o zaman, olduğu kişi ile olması gereken kişi arasındaki mesafeye “yol” denir. Bu yol ise bize “hayat” gibi görünür.
Zihin, kategorize etmeye meyillidir. Oysa kalp, birleştirici bir perspektife sahiptir. İnsan ancak bu iki niteliğini birlikte kullanabildiğinde hakikate yaklaşabilir. Fakat bir noktadan sonra, öğrendiğimiz doğruların aslında birer kabuk haline geldiğini fark ederiz. Artık bizi korumaktan çok sınırlayan bu kabuklar, yeni bir anlayışa yer açılmasını engeller.
Bu noktada, konfor alanımızı sarsacak deneyimlere ihtiyaç duyarız. Genellikle beklenmedik, rahatsız edici, hatta yıkıcı görünen bu deneyimler, aslında içsel bir sıçrayışın öncülleridir.
Anladım ki her şeye ihtiyacımız var! Gözümüze “kötü deneyimler” olarak görünen her şey, üst aklın üzerimizde işlettiği planın mükemmel bir parçası adeta. Demirle kaplı kalpleri eritmenin ve bu kalbin içinde sakladığı en değerli özün açığa çıkmasının yolu, ters köşelerden gelen yardımlardan geçiyor.
İnsan kendi yolculuğuna başladığında, ilk karşılaştığı gerçek aynı zamanda en çok ihtiyaç duyduğu şeydir: Sevilmek. Bu ihtiyaç, hayat boyu aldığımız pek çok kararın ve davranışın ardındaki motivasyonu oluşturur.
Ancak burada kritik bir ayrım vardır: Sevilmeyi istemek ile sevmeyi seçmek aynı şey değildir. Çoğumuz, davranışlarımızı onaylanmak, kabul görmek ve sevilmek amacıyla şekillendiririz. Fakat bu durum, sevgiyi bir ihtiyaç nesnesine dönüştürür. Sevgi, beklentiyle karıştığında anlamını ve dönüştürücü gücünü kaybeder.
Evet, herkes sevilmek istiyor. Yaptığımız her şeyi daha çok sevilmek için yapıyoruz. Yaşamak için gereken yakıtı bu duygudan damıtıyoruz. Fakat fark etmiyoruz ki bu, egoist bir arzudur. Bu yol, yalnızca ters köşelerden daha fazla deneyimi çağırır ve bize, doğru yolda olmadığımızı göstermek için işler. Kişiyi, duymak istediğinin tam tersini söyleyen insanlarla çevrili bir denklemin içine sokar. Çünkü sevilmeyi beklemek ve bunun için harekete geçmek, aslında kendi karnını doyurmaya çalışmaktan başka bir şey değildir.
Sevilmeyi istemek doğaldır; ancak bu arzunun kökü genellikle egodur. Ego, varlığını sürdürebilmek için dışsal onaya ihtiyaç duyar. Bu nedenle insan, sevgiye ulaşmak için çabalar, ilişkiler kurar, rol yapar, hatta kendini sürekli yeniden şekillendirir. Bu çabanın ardında, doymayı bekleyen bir ruh hali vardır. Bu beklenti, kişiyi hayâl kırıklıklarına, bağımlılıklara ve içsel boşluklara sürükler. Sevilmeyi istemek, aslında doymak bilmeyen ve asla doyumu yaşayamayacak olan bir açlık durumudur. Bu nedenle sadece daha fazla sevgiye değil, daha fazla karşılığa da ihtiyaç duyarız: “Sen bana ihtiyacım olanı verirsen, ben de sana seninkini veririm.” Böylece sözümona ilişkilerle sadece zaman kaybederiz.
Tam bu noktada yaşam devreye girer ve bizi sınamaya başlar. Hayâl kırıklıkları, reddedilmeler, ihanetler, kayıplar… Bunların hepsi, içimizde saklı olan egoist arzuların çözülmesi ve yüzeye çıkması için gelir.
Bu deneyimler ilk bakışta yıkıcıdır. Ancak zamanla fark ederiz ki her olumsuzluk, bizi içsel gerçeğimize biraz daha yaklaştırmıştır. Yani hayat, bizi bizden korumak için değil, bize götürmek için dövüyordur.
İçsel dönüşüm yolculuğunun en zorlu aşaması, sevilme ihtiyacını bırakmaktır. Bu, kişinin ego merkezli varoluş biçiminden, sevgi merkezli bir bilinç haline geçmesidir.
Anladım ki mesele sevilmek değilmiş. Mesele, her şeye rağmen sevmekmiş. Çünkü sevmek eyleminin kendisi—hatta sevmeye çabalamak bile—gerçekten deneyimlemeye gönüllü olanların pek çok kabuğunun kırılmasına neden olur. Tersine bir yolculuğa çıkanlar, “insanları sevmemek için 49 sebep” bulsalar bile, kendi kalplerinin 49 kapısını zorlayarak, canları acısa da o kapılardan geçme gücünü kazanırlar.
Gerçek sevgi, karşılıksız ve hesapsızdır. Koşullara bağlanmaz, pazarlığa gelmez. Sevmek, bir seçimdir. Karşılık beklemeden, anlaşılmasa da, hak edilmese bile sevmeye devam etmek… Bu kolay değildir. Çünkü sevmek, kişinin kendi kalıplarını, önyargılarını ve savunma mekanizmalarını yıkmasını yani kendi egosunu yıkıp geçmesini gerektirir.
İnsanları sevmemek için pek çok nedenimiz olabilir. Kırılmış, aldatılmış, dışlanmış olabiliriz. Ancak bu nedenler, içimizde inşa ettiğimiz duvarların kendi varlıklarını korumak uğruna bahanesidir. Gerçek cesaret, bu duvarları yıkmak ve yeniden güvenmeyi göze almaktır. Çünkü sevmek, insanın kendini savunmasız bırakmasıdır. Ve gerçek bağlar, ancak bu açıklıkta kurulabilir.
Elbette bu yolculuk herkese açık değildir. Egoist doğasında ısrar eden, yalnızca ilgi ve onay bekleyen, sevgiyi bir “anlaşma” haline getirenlerle bu yolda yürünemez. Bu yol ancak, aynı hissiyatı taşıyan, aynı amacı paylaşan kalplerle birlikte yürünebilir.
Ne yazık ki bu dünyada en değerli olan şey, en az değer verilen hatta en aşağı ve kolay görülen şey: Sevgi. Sevgiyle ilgili bildiklerimizse genelde yanılsamalar. Sahip olmayı, ilgiyi, hevesi sevgiyle karıştırıyoruz. Oysa sevgi, sahip olunan değil, paylaşılan bir bilinç halidir.
Sevmek; her şeye rağmen, her şeye inat sevmek… Bu, ancak insanın kendini aşmasıyla mümkündür. Ve bu “aşma hali”, ancak olmuş ya da olmaya tüm kalbi ve ruhuyla niyet etmiş olanların başarabileceği bir şey.
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Yasemin Koçak Tezel
Kırıldığın Yerden Şifalanırsın
“Önce öğren, sonra anlarsın” derlerdi. Bu söz kulağa makul gelse de zamanla anladım ki öğrenmek ve anlamak aynı süreçler değildir. Öğrenme ve anlama sürecinin, akılda ve kalpte eşzamanlı olarak yürütülmesi gerekir. Biriktirilmiş doğrulardan kurtulmak için de ters köşelerden gelen birçok deneyimin içinden geçmek şarttır.
İnsan, ancak öğrendiği bilgiyi hem zihninde hem kalbinde işleyebildiğinde gerçekten anlayabilir. Zihin bilgiyi depolar; kalp ise onu dönüştürür. Bu nedenle anlamak, sadece bilişsel bir farkındalık değil, duygusal bir olgunluğun ve olmuşluğun sonucudur.
İnsan, kabuklarını tek tek soymaya başladığında, alttaki en temel ihtiyacın hayatına yön verdiğini keşfeder. İşte o zaman, olduğu kişi ile olması gereken kişi arasındaki mesafeye “yol” denir. Bu yol ise bize “hayat” gibi görünür.
Zihin, kategorize etmeye meyillidir. Oysa kalp, birleştirici bir perspektife sahiptir. İnsan ancak bu iki niteliğini birlikte kullanabildiğinde hakikate yaklaşabilir. Fakat bir noktadan sonra, öğrendiğimiz doğruların aslında birer kabuk haline geldiğini fark ederiz. Artık bizi korumaktan çok sınırlayan bu kabuklar, yeni bir anlayışa yer açılmasını engeller.
Bu noktada, konfor alanımızı sarsacak deneyimlere ihtiyaç duyarız. Genellikle beklenmedik, rahatsız edici, hatta yıkıcı görünen bu deneyimler, aslında içsel bir sıçrayışın öncülleridir.
Anladım ki her şeye ihtiyacımız var! Gözümüze “kötü deneyimler” olarak görünen her şey, üst aklın üzerimizde işlettiği planın mükemmel bir parçası adeta. Demirle kaplı kalpleri eritmenin ve bu kalbin içinde sakladığı en değerli özün açığa çıkmasının yolu, ters köşelerden gelen yardımlardan geçiyor.
İnsan kendi yolculuğuna başladığında, ilk karşılaştığı gerçek aynı zamanda en çok ihtiyaç duyduğu şeydir: Sevilmek. Bu ihtiyaç, hayat boyu aldığımız pek çok kararın ve davranışın ardındaki motivasyonu oluşturur.
Ancak burada kritik bir ayrım vardır: Sevilmeyi istemek ile sevmeyi seçmek aynı şey değildir. Çoğumuz, davranışlarımızı onaylanmak, kabul görmek ve sevilmek amacıyla şekillendiririz. Fakat bu durum, sevgiyi bir ihtiyaç nesnesine dönüştürür. Sevgi, beklentiyle karıştığında anlamını ve dönüştürücü gücünü kaybeder.
Evet, herkes sevilmek istiyor. Yaptığımız her şeyi daha çok sevilmek için yapıyoruz. Yaşamak için gereken yakıtı bu duygudan damıtıyoruz. Fakat fark etmiyoruz ki bu, egoist bir arzudur. Bu yol, yalnızca ters köşelerden daha fazla deneyimi çağırır ve bize, doğru yolda olmadığımızı göstermek için işler. Kişiyi, duymak istediğinin tam tersini söyleyen insanlarla çevrili bir denklemin içine sokar. Çünkü sevilmeyi beklemek ve bunun için harekete geçmek, aslında kendi karnını doyurmaya çalışmaktan başka bir şey değildir.
Sevilmeyi istemek doğaldır; ancak bu arzunun kökü genellikle egodur. Ego, varlığını sürdürebilmek için dışsal onaya ihtiyaç duyar. Bu nedenle insan, sevgiye ulaşmak için çabalar, ilişkiler kurar, rol yapar, hatta kendini sürekli yeniden şekillendirir. Bu çabanın ardında, doymayı bekleyen bir ruh hali vardır. Bu beklenti, kişiyi hayâl kırıklıklarına, bağımlılıklara ve içsel boşluklara sürükler. Sevilmeyi istemek, aslında doymak bilmeyen ve asla doyumu yaşayamayacak olan bir açlık durumudur. Bu nedenle sadece daha fazla sevgiye değil, daha fazla karşılığa da ihtiyaç duyarız: “Sen bana ihtiyacım olanı verirsen, ben de sana seninkini veririm.” Böylece sözümona ilişkilerle sadece zaman kaybederiz.
Tam bu noktada yaşam devreye girer ve bizi sınamaya başlar. Hayâl kırıklıkları, reddedilmeler, ihanetler, kayıplar… Bunların hepsi, içimizde saklı olan egoist arzuların çözülmesi ve yüzeye çıkması için gelir.
Bu deneyimler ilk bakışta yıkıcıdır. Ancak zamanla fark ederiz ki her olumsuzluk, bizi içsel gerçeğimize biraz daha yaklaştırmıştır. Yani hayat, bizi bizden korumak için değil, bize götürmek için dövüyordur.
İçsel dönüşüm yolculuğunun en zorlu aşaması, sevilme ihtiyacını bırakmaktır. Bu, kişinin ego merkezli varoluş biçiminden, sevgi merkezli bir bilinç haline geçmesidir.
Anladım ki mesele sevilmek değilmiş. Mesele, her şeye rağmen sevmekmiş. Çünkü sevmek eyleminin kendisi—hatta sevmeye çabalamak bile—gerçekten deneyimlemeye gönüllü olanların pek çok kabuğunun kırılmasına neden olur. Tersine bir yolculuğa çıkanlar, “insanları sevmemek için 49 sebep” bulsalar bile, kendi kalplerinin 49 kapısını zorlayarak, canları acısa da o kapılardan geçme gücünü kazanırlar.
Gerçek sevgi, karşılıksız ve hesapsızdır. Koşullara bağlanmaz, pazarlığa gelmez. Sevmek, bir seçimdir. Karşılık beklemeden, anlaşılmasa da, hak edilmese bile sevmeye devam etmek… Bu kolay değildir. Çünkü sevmek, kişinin kendi kalıplarını, önyargılarını ve savunma mekanizmalarını yıkmasını yani kendi egosunu yıkıp geçmesini gerektirir.
İnsanları sevmemek için pek çok nedenimiz olabilir. Kırılmış, aldatılmış, dışlanmış olabiliriz. Ancak bu nedenler, içimizde inşa ettiğimiz duvarların kendi varlıklarını korumak uğruna bahanesidir. Gerçek cesaret, bu duvarları yıkmak ve yeniden güvenmeyi göze almaktır. Çünkü sevmek, insanın kendini savunmasız bırakmasıdır. Ve gerçek bağlar, ancak bu açıklıkta kurulabilir.
Elbette bu yolculuk herkese açık değildir. Egoist doğasında ısrar eden, yalnızca ilgi ve onay bekleyen, sevgiyi bir “anlaşma” haline getirenlerle bu yolda yürünemez. Bu yol ancak, aynı hissiyatı taşıyan, aynı amacı paylaşan kalplerle birlikte yürünebilir.
Ne yazık ki bu dünyada en değerli olan şey, en az değer verilen hatta en aşağı ve kolay görülen şey: Sevgi. Sevgiyle ilgili bildiklerimizse genelde yanılsamalar. Sahip olmayı, ilgiyi, hevesi sevgiyle karıştırıyoruz. Oysa sevgi, sahip olunan değil, paylaşılan bir bilinç halidir.
Sevmek; her şeye rağmen, her şeye inat sevmek… Bu, ancak insanın kendini aşmasıyla mümkündür. Ve bu “aşma hali”, ancak olmuş ya da olmaya tüm kalbi ve ruhuyla niyet etmiş olanların başarabileceği bir şey.
Yasemin Koçak Tezel