İnsanın kendi zihninin içinde sessiz bir köşe bulamaması ne tuhaf… Gün boyu dış dünya değil, kafamızın içindeki bitmeyen uğultu yoruyor bizi aslında. Düşünceler akıyor, çarpıyor, bölünüyor, çoğalıyor; biri bitmeden diğeri başlıyor. Sanki görünmez bir el, zihnimizin içindeki kara kutuya sürekli yeni cümleler ekliyor. Kaçmak istiyoruz ama nereye gidersek gidelim, bu kara kutu da bizimle geliyor.
Bir süre sonra fark ediyoruz ki zihinsel gürültü, dış dünyanın değil; içimizde kendine yer bulan bir arzunun çıktısı! Zira insan, masum bir yolcu değil. Bu yolculuk insana kendi masumiyetini keşfetmesi için değil, kendi bozukluğunu, algıdaki kırılmalarını bulması ve bu noktadan kendini yükseltmesi için veriliyor. İçsel göz bozuksa neyi doğru görebilir ki? Görebilmenin tek yolu da insanın kendini, eğilimlerini, hiç kimse onu izlemiyorken yaptıkları, arzuladıkları ve eyleme döktükleriyle kime dönüştüğünü, içindeki hangi forma hizmet ettiğini fark etmesi.
Zihnimiz, geçmişten kalan izlerin, bastırılmış duyguların, yarım kalmış hikâyelerin, hatta söylemeye cesaret edemediğimiz sözlerin bağlı olduğu bütün arzuların, sırayla rol çaldığı, ışığını kaybetmiş dev sahnesi. Dışarıdan gelen bir söz, bir bakış ya da küçücük bir hayal kırıklığı bile bizi yıllar önce kapattığımız odaların kapısına geri sürükleyebilir. Düşünceler işte o odalardan yükselir. Bu, aynı zamanda sahneyi ışıklandırmak anlamına da gelir. O sahnede varsaydıklarımızla gerçekler çetin bir savaşa girer. Bize tarafımızı seçmemizi söyler. Hangi düşünce yaşam amacımıza hizmet ediyorsa onun peşine düşeriz.
Zihin, çözülmemiş, bakılmamış, beslenmemiş duyguların dilidir. Bizimle bazen ters köşeden bazen dümdüz konuşur. Ayıklamak bizim işimiz. Hangi düşüncenin peşine takılıp hayatımızı anlamlı hale getirmek istediğimize karar vermek bizim görevimiz.
Susturamadığımız her düşünce, aslında fark etmediğimiz bir içsel düğümü bize göstermeye çalışır. Bu bazen öfke gibi görünür, bazen kaygı gibi, bazen de hiçbir şeyi kontrol edememe hissi gibi… Ama kökeni hep aynı: İçeride bir şey bizi çağırıyor, bir şeyler yapmaya davet ediyor.
Düşünceleri kontrol etmek ne mümkün, ne de gereklidir. Asıl mesele, o düşüncelerin neden bu kadar ısrarla geri döndüğünü görebilmektir. İnsan zihni, dışarıdaki olayı değil, o olayın kendi içinde hangi kara kutuya dokunduğunu hisseder. Bu yüzden birinin söylediği tek bir cümle, saatlerce zihnimizde dönüp durabilir. Çünkü zihinsel gürültü, dış dünyanın değil, iç dünyanın hacmidir. İçimizde ne kadar çözülmemiş mesele varsa, zihnin sesi de o kadar yükselir. Yorgunluğumuz olaylardan değil, anlam veremediğimiz hislerden gelir. Bu demektir ki, gerçeğe ne kadar yakın ya da ne kadar uzak olduğumuzu, zihin odalarımızda biriken kara kutular işaret eder.
Gerçek sessizlik, düşüncelerin yokluğu değil; düşüncelerin altında ezilmeme gücüdür. Bu güç, içinde devindiğimiz sistemden, üst akıldan talep edilir, bizim böyle bir gücümüz yok çünkü.
Zihinle savaşmayı bıraktığınızda, düşünceler güçlerini kaybeder. Onları takip ettiğinizde, nereye bağlandıklarını görmeye başlarsınız. Her düşünce, bir yere davet eder: Bir korkuya, bir beklentiye, bir özleme, bir eksikliğe…
Zihin ancak kökeni, sebebi gördüğünde sakinleşir. En derin sessizlik, düşüncelerin arkasındaki niyete, sebebe tutunduğumuzda yaşanır.
İnsan, zihninin neden bu kadar konuştuğunu fark ettiğinde, düşünceler küçülür; geriye sadece içsel bir netlik kalır. Gürültünün içinden geçen ve kendi iç dünyasını görebilen ise artık hiçbir düşüncenin esiri olmaz.
Çünkü asıl özgürlük, zihnin susması değil, zihnin seni ele geçiremediği bir bilinç hâline ulaşmaktır.
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Yasemin Koçak Tezel
Zihinsel Gürültü: Düşünceler Neden Susmuyor?
İnsanın kendi zihninin içinde sessiz bir köşe bulamaması ne tuhaf… Gün boyu dış dünya değil, kafamızın içindeki bitmeyen uğultu yoruyor bizi aslında. Düşünceler akıyor, çarpıyor, bölünüyor, çoğalıyor; biri bitmeden diğeri başlıyor. Sanki görünmez bir el, zihnimizin içindeki kara kutuya sürekli yeni cümleler ekliyor. Kaçmak istiyoruz ama nereye gidersek gidelim, bu kara kutu da bizimle geliyor.
Bir süre sonra fark ediyoruz ki zihinsel gürültü, dış dünyanın değil; içimizde kendine yer bulan bir arzunun çıktısı! Zira insan, masum bir yolcu değil. Bu yolculuk insana kendi masumiyetini keşfetmesi için değil, kendi bozukluğunu, algıdaki kırılmalarını bulması ve bu noktadan kendini yükseltmesi için veriliyor. İçsel göz bozuksa neyi doğru görebilir ki? Görebilmenin tek yolu da insanın kendini, eğilimlerini, hiç kimse onu izlemiyorken yaptıkları, arzuladıkları ve eyleme döktükleriyle kime dönüştüğünü, içindeki hangi forma hizmet ettiğini fark etmesi.
Zihnimiz, geçmişten kalan izlerin, bastırılmış duyguların, yarım kalmış hikâyelerin, hatta söylemeye cesaret edemediğimiz sözlerin bağlı olduğu bütün arzuların, sırayla rol çaldığı, ışığını kaybetmiş dev sahnesi. Dışarıdan gelen bir söz, bir bakış ya da küçücük bir hayal kırıklığı bile bizi yıllar önce kapattığımız odaların kapısına geri sürükleyebilir. Düşünceler işte o odalardan yükselir. Bu, aynı zamanda sahneyi ışıklandırmak anlamına da gelir. O sahnede varsaydıklarımızla gerçekler çetin bir savaşa girer. Bize tarafımızı seçmemizi söyler. Hangi düşünce yaşam amacımıza hizmet ediyorsa onun peşine düşeriz.
Zihin, çözülmemiş, bakılmamış, beslenmemiş duyguların dilidir. Bizimle bazen ters köşeden bazen dümdüz konuşur. Ayıklamak bizim işimiz. Hangi düşüncenin peşine takılıp hayatımızı anlamlı hale getirmek istediğimize karar vermek bizim görevimiz.
Susturamadığımız her düşünce, aslında fark etmediğimiz bir içsel düğümü bize göstermeye çalışır. Bu bazen öfke gibi görünür, bazen kaygı gibi, bazen de hiçbir şeyi kontrol edememe hissi gibi… Ama kökeni hep aynı: İçeride bir şey bizi çağırıyor, bir şeyler yapmaya davet ediyor.
Düşünceleri kontrol etmek ne mümkün, ne de gereklidir. Asıl mesele, o düşüncelerin neden bu kadar ısrarla geri döndüğünü görebilmektir. İnsan zihni, dışarıdaki olayı değil, o olayın kendi içinde hangi kara kutuya dokunduğunu hisseder. Bu yüzden birinin söylediği tek bir cümle, saatlerce zihnimizde dönüp durabilir. Çünkü zihinsel gürültü, dış dünyanın değil, iç dünyanın hacmidir. İçimizde ne kadar çözülmemiş mesele varsa, zihnin sesi de o kadar yükselir. Yorgunluğumuz olaylardan değil, anlam veremediğimiz hislerden gelir. Bu demektir ki, gerçeğe ne kadar yakın ya da ne kadar uzak olduğumuzu, zihin odalarımızda biriken kara kutular işaret eder.
Gerçek sessizlik, düşüncelerin yokluğu değil; düşüncelerin altında ezilmeme gücüdür. Bu güç, içinde devindiğimiz sistemden, üst akıldan talep edilir, bizim böyle bir gücümüz yok çünkü.
Zihinle savaşmayı bıraktığınızda, düşünceler güçlerini kaybeder. Onları takip ettiğinizde, nereye bağlandıklarını görmeye başlarsınız. Her düşünce, bir yere davet eder: Bir korkuya, bir beklentiye, bir özleme, bir eksikliğe…
Zihin ancak kökeni, sebebi gördüğünde sakinleşir. En derin sessizlik, düşüncelerin arkasındaki niyete, sebebe tutunduğumuzda yaşanır.
İnsan, zihninin neden bu kadar konuştuğunu fark ettiğinde, düşünceler küçülür; geriye sadece içsel bir netlik kalır. Gürültünün içinden geçen ve kendi iç dünyasını görebilen ise artık hiçbir düşüncenin esiri olmaz.
Çünkü asıl özgürlük, zihnin susması değil, zihnin seni ele geçiremediği bir bilinç hâline ulaşmaktır.
Yasemin Koçak Tezel