Başımızın üzerinde yangın söndürme uçakları, helikopterler dönüp duruyor. Kaç yıldır, her yaz bu sesleri her duyduğumda yüreğim hop oturuyor, hop kalkıyor. Kulaklarım işitmesin, gürültü kesilsin, yangınlar artık dinsin istiyorum. Ama neredeyse her hafta, her gün uğursuz bir yardımsever gibi, acının çöreklendiği her yere elini uzatan iyi kalpli bir canavar gibi kükrüyorlar başımızın üzerinde. Yangınlar, yakıp kül ediyor yurdumun dört bir yanını.
Beyaz, gri, doğal taştan; çok katlı, tek katlı, müstakil, kooperatif, site bir sürü bilmem ne ektikleri; güzelim zeytin ağaçlarının, mis kokulu fıstık çamlarının yerlerinde yükselttikleri, çoğalarak azalttığımız doğanın en güzel köşelerinde sıcaktan artık her yıl daha nefessiz günler geçirdiğimiz beldelerin üstünde döndükçe dönüyor yangın söndürme uçakları, helikopterleri…
Üstelik varlıklarına bin kez şükrediyoruz, var olmaları için dua ediyoruz. Var olmalarını istiyoruz bu hava araçlarının. Yaşamımızın bir parçası olmalarını bekliyor, olmadıkları için hesap soruyoruz. Hayatın olağan akışında vaz geçilmezlerimiz olsunlar diye bekliyoruz. Çünkü yakıyorlar yurdumun dört bir yanını, anılarımızı, geçmişimizi kül ediyorlar. Bugünümüzü alevler içinde yaşıyoruz artık. Koruyamıyoruz…
Kül soluyoruz, duman soluyoruz, üzerimizde sıradan kıyafetlerle, önlem alınabilir, engellenebilir ölümlerle iç içe alevlere karşı dik durmaya çalışıyoruz. Köylü, kentli bir arada ama aslında yapayalnız bırakılan kalabalıklar olarak alevlerin karşısında kılıcımızı boşa sallıyoruz.
İçimizdeki iyi niyetlerle kötü yürekli kişiler alay ediyor, umursamıyoruz. Dünyadaki bütün kötülüklerden yorulmuş, adımlarını zar zor atan atımızın, Rosinante’nin üzerinde, üstümüzdeki sorumlulukların, duyarlıklarımızın ağırlığıyla kılıcımızı bir oraya bir buraya savuruyoruz. Her geçen gün, hatta her geçen saat yeni bir acıyı daha yorgun omuzlarımıza yüklerken, bütün olanlara, bizden önceki bütün Don Kişotların yaptığı gibi saflıkla ve hâlâ gelecek güzel günlere olan umudumuzla meydan okumaya çalışıyoruz. İngiliz kâşif Burton’ın dediği gibi, “Milyonların, diğer milyonların ölümü sayesinde korkunç yaşamlarını yaşadığı yerde” miyiz aslında?
“Her ağaç bir insan olmuş, basıyor ağıdı, basıyor çığlığı. Bir orman yangınında bulunup da ağaçların canlanarak, ateşin önünden can havliyle kaçıştıklarına inanan bulunmaz. Her ağaç başını almış kaçıyor. Suya kaçıyor.” diyor ya Yaşar Kemal ‘Bu Diyar Baştan Başa’nın, ‘Yanan Ormanlarda Elli Gün’ kitabında; yanan ağaçların çığlığı artık olağanlaşmış haliyle kulaklarımızda yankılanıyor. Ama bu ağaçlar, bugünümüzün ağaçları, suya koşarken bir tatil köyünün, bir yazlık sitenin, bir otelin, taş ocaklarının, kömür ocaklarının, maden ocaklarının geçilmez kapılarıyla engelleniyor. Sahiller, ormanlar, güzelim dağlar, zeytinlikler şimdi insanı da insanlığı da hiçe sayanların. Doğayı umursamayanların…
Bir karaca gördüm Karabük yangınından kurtarılmış; gözleri güzel, endamı güzel bir karaca. Dudaklarını uzatmış kendisine sunulan suyu kana kana içiyor, canım karaca, zavallım karaca… O zarifliğini, güzelliğini dünyanın bütün servetlerine değişmem! Nasıl kıyılır bu cana, kimi burnuyla, kimi yapraklarıyla nefes alan tüm canlara nasıl kıyılır! Kesilir, yakılır, nasıl, nasıl…?
Bak kaç yıllardır, en güzel çam ağaçlarıyla süslenen bir yarımadanın üzerinde çıkan yangından sonra yan yana dizilen kocaman bir beton yığınına bürünen şu manzara var ya karşımıza geçip kahkahayla gülüyor gözyaşlarımıza. Yol boyunca ilerlerken, onun kahkaha seslerine kulaklarımızı tıkamak isterken, hunharca atılmış çöplerin ve plastik şişelerin kalabalığı dalga geçiyor tüm inceliklerimizle. Alay ediyor cümle alem bizimle, arabasından yola fırlatırken tüm o pislikleri. Sıra sıra diziliyor yol boyunca, orman boyunca, sahil boyunca plastik şişeleriniz, naylon torbalarınız, ambalaj kağıtlarınız. İnsanlığınızı da parça parça kaybediyorsunuz bu duyarsızlığınızla… Elindeki bir çöpü cebinde saatlerce gezdiren kaç insan kaldık ki şurada?
Cevap versene Sancho Panza!
Şimdi, izin verirseniz, son yangınlarda sosyal medyada karşıma çıkan Nazan Bekiroğlu’na ait olduğunu öğrendiğim kelimeleri sizinle paylaşarak bir kez daha edebiyata sığınmak istiyorum:
“İçimde çok büyük bir ağlamak var. Bir ağacın altında oturarak hem kendime, hem bütün insanlara, hem börtü böceğe, kurda kuşa. Bin yıllık gözyaşıyla ağlamak istiyorum.”
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Hande Koç Çetin
ZAMANSIZ BİR YAZI…
Başımızın üzerinde yangın söndürme uçakları, helikopterler dönüp duruyor. Kaç yıldır, her yaz bu sesleri her duyduğumda yüreğim hop oturuyor, hop kalkıyor. Kulaklarım işitmesin, gürültü kesilsin, yangınlar artık dinsin istiyorum. Ama neredeyse her hafta, her gün uğursuz bir yardımsever gibi, acının çöreklendiği her yere elini uzatan iyi kalpli bir canavar gibi kükrüyorlar başımızın üzerinde. Yangınlar, yakıp kül ediyor yurdumun dört bir yanını.
Beyaz, gri, doğal taştan; çok katlı, tek katlı, müstakil, kooperatif, site bir sürü bilmem ne ektikleri; güzelim zeytin ağaçlarının, mis kokulu fıstık çamlarının yerlerinde yükselttikleri, çoğalarak azalttığımız doğanın en güzel köşelerinde sıcaktan artık her yıl daha nefessiz günler geçirdiğimiz beldelerin üstünde döndükçe dönüyor yangın söndürme uçakları, helikopterleri…
Üstelik varlıklarına bin kez şükrediyoruz, var olmaları için dua ediyoruz. Var olmalarını istiyoruz bu hava araçlarının. Yaşamımızın bir parçası olmalarını bekliyor, olmadıkları için hesap soruyoruz. Hayatın olağan akışında vaz geçilmezlerimiz olsunlar diye bekliyoruz. Çünkü yakıyorlar yurdumun dört bir yanını, anılarımızı, geçmişimizi kül ediyorlar. Bugünümüzü alevler içinde yaşıyoruz artık. Koruyamıyoruz…
Kül soluyoruz, duman soluyoruz, üzerimizde sıradan kıyafetlerle, önlem alınabilir, engellenebilir ölümlerle iç içe alevlere karşı dik durmaya çalışıyoruz. Köylü, kentli bir arada ama aslında yapayalnız bırakılan kalabalıklar olarak alevlerin karşısında kılıcımızı boşa sallıyoruz.
İçimizdeki iyi niyetlerle kötü yürekli kişiler alay ediyor, umursamıyoruz. Dünyadaki bütün kötülüklerden yorulmuş, adımlarını zar zor atan atımızın, Rosinante’nin üzerinde, üstümüzdeki sorumlulukların, duyarlıklarımızın ağırlığıyla kılıcımızı bir oraya bir buraya savuruyoruz. Her geçen gün, hatta her geçen saat yeni bir acıyı daha yorgun omuzlarımıza yüklerken, bütün olanlara, bizden önceki bütün Don Kişotların yaptığı gibi saflıkla ve hâlâ gelecek güzel günlere olan umudumuzla meydan okumaya çalışıyoruz. İngiliz kâşif Burton’ın dediği gibi, “Milyonların, diğer milyonların ölümü sayesinde korkunç yaşamlarını yaşadığı yerde” miyiz aslında?
“Her ağaç bir insan olmuş, basıyor ağıdı, basıyor çığlığı. Bir orman yangınında bulunup da ağaçların canlanarak, ateşin önünden can havliyle kaçıştıklarına inanan bulunmaz. Her ağaç başını almış kaçıyor. Suya kaçıyor.” diyor ya Yaşar Kemal ‘Bu Diyar Baştan Başa’nın, ‘Yanan Ormanlarda Elli Gün’ kitabında; yanan ağaçların çığlığı artık olağanlaşmış haliyle kulaklarımızda yankılanıyor. Ama bu ağaçlar, bugünümüzün ağaçları, suya koşarken bir tatil köyünün, bir yazlık sitenin, bir otelin, taş ocaklarının, kömür ocaklarının, maden ocaklarının geçilmez kapılarıyla engelleniyor. Sahiller, ormanlar, güzelim dağlar, zeytinlikler şimdi insanı da insanlığı da hiçe sayanların. Doğayı umursamayanların…
Bir karaca gördüm Karabük yangınından kurtarılmış; gözleri güzel, endamı güzel bir karaca. Dudaklarını uzatmış kendisine sunulan suyu kana kana içiyor, canım karaca, zavallım karaca… O zarifliğini, güzelliğini dünyanın bütün servetlerine değişmem! Nasıl kıyılır bu cana, kimi burnuyla, kimi yapraklarıyla nefes alan tüm canlara nasıl kıyılır! Kesilir, yakılır, nasıl, nasıl…?
Bak kaç yıllardır, en güzel çam ağaçlarıyla süslenen bir yarımadanın üzerinde çıkan yangından sonra yan yana dizilen kocaman bir beton yığınına bürünen şu manzara var ya karşımıza geçip kahkahayla gülüyor gözyaşlarımıza. Yol boyunca ilerlerken, onun kahkaha seslerine kulaklarımızı tıkamak isterken, hunharca atılmış çöplerin ve plastik şişelerin kalabalığı dalga geçiyor tüm inceliklerimizle. Alay ediyor cümle alem bizimle, arabasından yola fırlatırken tüm o pislikleri. Sıra sıra diziliyor yol boyunca, orman boyunca, sahil boyunca plastik şişeleriniz, naylon torbalarınız, ambalaj kağıtlarınız. İnsanlığınızı da parça parça kaybediyorsunuz bu duyarsızlığınızla… Elindeki bir çöpü cebinde saatlerce gezdiren kaç insan kaldık ki şurada?
Cevap versene Sancho Panza!
Şimdi, izin verirseniz, son yangınlarda sosyal medyada karşıma çıkan Nazan Bekiroğlu’na ait olduğunu öğrendiğim kelimeleri sizinle paylaşarak bir kez daha edebiyata sığınmak istiyorum:
“İçimde çok büyük bir ağlamak var. Bir ağacın altında oturarak hem kendime, hem bütün insanlara, hem börtü böceğe, kurda kuşa. Bin yıllık gözyaşıyla ağlamak istiyorum.”