TÜRKİYE'DE YİNE AYNI FİLM: DÜŞMAN SİYASETİ VE FAKİRLİK
Yazının Giriş Tarihi: 24.07.2025 15:19
Yazının Güncellenme Tarihi: 24.07.2025 15:49
Türkiye’de ekonomisi bir türlü düzelmeyen, iki yakası bir araya gelemeyen vatandaş son aylarda bir Hollywood filmi izlercesine, yıllardır körüklenen kutuplaşma sonunda patlak veren iktidar ve muhalefetin mevziisini korumak için mücadele ettiği ‘’düşman siyasetini’ izliyor. Yazan da aynı, yöneten de…
Üstelik tüm bunlar Türkiye nüfusunun büyük bölümünü oluşturan sıradan vatandaş, açlık sınırı altında yaşam sürerken oluyor. Yeterli beslenme için bile gerekli gelire sahip olamayan zihinlerin üzeri, iktidar destekli yaygın medyanın yanı sıra TRT ve Anadolu Ajansı gibi devletin resmi medya kuruluşları eliyle ‘’CHP’li belediye başkanlarının karıştığı yolsuzluk ve rüşvet suçları’’na ilişkin iddia ve senaryolarla bezeli kalın bir algı operasyonu tabakasıyla kaplanıyor.
KARARAN HAYATLAR, İÇİ BOŞALAN BİR ÜLKE
Tabii bu arada, artık bitti sanılan ama aslında 1950’li yıllardan günümüze dek ülkenin iliğini sömüren sağ-sol çatışmaları, darbeler silsilesi ve kumpas davalarında olduğu gibi binlerce eğitimli, düşünen, çarklara çomak sokmaktan çekinmeyen, sorgulayan, iddiası olan siyasetçi, akademisyen, yargı mensubu ve gazetecinin aileleriyle birlikte hayatları kararıyor. Kimisi ise arkasına bile bakmadan ülkesini terk etmeyi tercih ediyor.
Yıllar önce ‘’bitaraf’’ kalmayı tercih eden, günümüzde ise safını çoktan belli etmiş olan, biraz mesleki etik anlayış ve daha çok da maddi kaygılar nedeniyle ayakta kalabilmesi muhalefet kaynaklarına bağlı olan muhalefet medyası ise cezalara ve yıldırma politikalarına rağmen yayınlarını sürdürme çabasında.
SAHİ, TÜRKİYE’DE SOL NE ZAMAN TEK BAŞINA İKTİDAR OLDU?
Olmadı…
Türk anayasa hukukçusu, siyaset bilimci ve yazar Bülent Tanör, ‘Kurtuluş ve Kuruluş’ isimli eserinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin tam bağımsızlığa sahip olma ve devrimler ışığında demokrasisinin temellerinin atıldığı süreci 1918 yılında Ulusal Kurtuluş Savaşı ile başlatır ve 1940'lara kadar uzanan, Milli Eğitim, Halkevleri, Köy Enstitüleri, toprak reformu girişimleri gibi köklü reformlar dizisi ile son bulan dönem olarak ele alır.
Tanör’ün çerçevesini çizdiği kuruluş sürecinin tamamlanmasıyla eş zamanlı olarak, yani 1945 yılından itibaren çok partili yaşama geçiş denemeleri oldu ve 1950 yılında Demokrat Parti %52.7 oy alarak 408 milletvekilliği kazandı ve 27 yıllık tek parti dönemi sona erdi.
Ortadoğu ülkeleri gibi Türkiye’nin de 1950 sonrası bir türlü demokrasi ve istikrara sahip olması istenmeyen, dış baskılara maruz kaldığı için tam bağımsız ve sorunsuz bir dönem yaşandığını söylemek güçtür. Bunun en büyük göstergesi Türkiye’deki darbeler tarihidir. Bunun alt göstergeleri ise bugün de sıradan seçmenin ‘’terörist veya vatansever’’ olarak ayrılabilmesi, seküler- mütedeyyin, dindar olan- dindar olmayan, Atatürkçü olan-olmayan şeklinde ayrılması, bitmeyen beka meselelerinin seçim malzemesi haline getirilmesi, eğitimde kalitenin sürekli gerilemesi, hükümetleri devirme girişimleri, araçsallaştırılan derinlerdeki faşizm kokusunun düzenli olarak pompalanması, Türkiye’nin sosyal, demokratik ve laik bir hukuk devleti olup olmadığını sorgulatan, etnik, siyasi, dini ayrımcılık ve ayrıcalıklılık söylemlerinden hala fayda umulmasıdır.
Bu tür söylemlerden, siyasetten, uygulama ve yönlendirmelerden bağımsız düşünmesi ve hareket etmesi istenmeyen Türk seçmeni sosyal demokrat partilere temkinli yaklaşmıştır. Yıllardır bitmeyen siyasi ve ekonomik çalkantılar, krizler, skandallar, söylentiler, yargının siyasallaşmasına göz yuman rövanşist anlayışlar ile aşırı politize edilen Türk seçmeninin önceliğinin gençlerinin gelecek kaygısı taşımadığı bir ülke olmasına izin verilmemiştir.
Türk demokrasi tarihinde çok partili yaşama tam anlamıyla geçiş yapıldığı 1950 yılından bu yana CHP ya da herhangi bir sosyal demokrat- sol parti hiçbir zaman tek başına iktidara gelmedi.
Bu durumun nedenleri arasında sol partilerin kendi içlerinde yaşadığı kısır, kendini tüketen, yenilenmeye kapalı sabit fikirli anlayışları, toplumun her kesimiyle anlaşmayı imkânsız kılan geçmişin şartlarına dayanan hataları sahiplenmekten, onlarla yüzleşmekten kaçan siyasetlerinin de etkisi olduğu muhakkak. Ancak kaybedilen sayısız genel seçimden çıkarılan dersler, toplumun geniş kesimleriyle bir araya gelmeyi sağlayan açılımlar, ittifaklar, iktidarın ekonomideki başarısızlığı ve özellikle CHP’nin son yerel seçimlerdeki başarısı ve kazandığı belediyelerde ürettiği hizmetler kendisine hiç oy vermemiş seçmenlerin de dikkatini çekti.
Bu başarı artarken iktidar da boş durmadı; sağ-sol çatışmalarını hatırlatan kutuplaşma, darbe dönemi hukuksuzlukları ve 20 yılı aşkın süre boyunca ne olursa olsun gücü elinde bulunduran iktidarın yasama, yürütme ve yargıyı iç içe geçiren politikası da kemikleşti. Tek parti ve tek adam anlayışı devletin her kurumunda vücut buldu.
2024 Yerel Seçimlerinin sonuçları; ‘’İstanbul’u kaybetmenin iktidarı da kaybetmek’’ olduğunu çok iyi bilen iktidarı iyiden iyiye endişelendirdi. Yereldeki görünmez kalelerini bir bir terk etmek zorunda kalan iktidar, genel seçimlerde de aynı akıbeti yaşamamak adına, yıllar içinde zapt ettiği koltukların gücünü devlet eliyle acımasızca kullanmaktan çekinmedi.
Önce belediyelerin gelirleri tırpanlandı. ‘’İtirafçılar’’, ‘’etkin pişmanlık yasasından faydalanmak isteyen yurttaşları’’ ve şikayetleri dikkate alan, belediyelerde yıllardır dönen akçeli işlerin farkına yeni varmış gibi davranan savcılıklar harekete geçti. Sonra CHP’li belediye başkanları, yardımcıları, daire başkanları ve müdürler birer birer gözaltına alındı, tutuklandı. Tam ayakkabı kutularını unuturken bizler de böylece AK Partili ve MHP’li belediyelerin ne kadar dürüst ve şeffaf bir yönetim sergilediğinin farkına vardık.
‘’Bir hukuk devleti’’ olan Türkiye’de ‘’bağımsız ve tarafsız yargı’’ kimisinin iddianamesi bile hazır olmasa da tutuklu sanıklar hakkında belki de yıllar sürecek yargı süreci sonunda hak muhrumiyetleri yaşatarak son kararı verecek. Ama yakın gelecekte kulaklarımızda hep şu sorular çınlayacak: AK Partili belediyelerin yolsuzluk dosyalarını neden hiçbir savcı açmıyor? Kuşaklardır aynı kentte yaşayan, o kentin şehri eminlerinin kaçma ve delil karartma ihtimalleri yokken neden tutuksuz yargılama hakkı tanınmadı? Bu yaklaşım neyin tahammülsüzlüğü, bu hamleler neyin acelesi? Yaşananlar bir temiz eller operasyonu mu? Muhalefeti bitirme çalışması mı? Büyük Ortadoğu projesinin ya da Amerikan düşünce kuruluşlarında yıllar önce ortaya konulan ‘’Anadolu- Türkiye Birleşik Devletleri’’ planının bir aşaması mı? Demokrasi hocası Batı’nın sessizliğinin, Türkiye’nin derslerini boş geçirmesine göz yummasının nedeni de bu plan mı?
YERELDEN BAŞLAYAN VE YERELDE BİTEN DEMOKRASİ
Demokrasi önce yerelde başlar, seçmenin göreve getirdiği ve en yakınında gördüğü kişiler önce muhtarlar daha sonra da belediye başkanlarıdır. Kapısını açtığında; yaşadığı sokakta, kullandığı yolda, kaldırımda, altyapı faaliyetlerinde görür önce kullandığı oyun etki ettiği değişimi. Belediye başkanlarının kişiliği ve kimliği partisinden önde gelir. Halk, demokrasinin aldığı yaraları geç de olsa önce yerelde hisseder.
Milyonlarca seçmen güvenerek seçtiği, 5 yıl boyunca üreteceği hizmetleri yakından takip etmeye odaklanmışken, seçtiği kişileri parmaklıklar arkasında görüyor. Belediyecilik anlamında ‘’Türkiye’de güzel şeyler de oluyor’’ dediğimiz anlar sürekli azalıyor. Vatandaşın verdiği fırsatın iktidar baskısı ve tutuklu yargılamalar yoluyla elinden alınan belediye başkanlarının sayısı arttıkça demokrasi ve kalkınma adına umutsuzluk da artıyor.
KEŞKE HER YER TOKAT, HER BAŞKAN YAZICIOĞLU GİBİ OLSA
Oysa Tokat’ta olduğu gibi hangi partiden olursa olsun belediye başkanlarının başarılarını görmek isterdik. Yerelden başlayan demokrasinin topyekün kalkınma umudu yaratmasını, vatandaşla iç içe, vatandaşın gerçekten hizmetkarı olduğunu hissettiren başkanların sayısının artmasını, Türkiye’nin belediye hizmetleriyle gerçekten dünyaya örnek işler ortaya koymasını dilerdik.
Son günlerde başarılı bir belediye başkanı sessizce ve sadece işini yaparken dikkat çekmeyi başarıyor.
Tokat Belediye başkanı Mehmet Kemal Yazıcıoğlu…
Kendisi Milliyetçi Hareket Partisi’nden belediye başkanı adayı oldu 2024 yılı yerel seçimlerinde. Tokat’ta rekor bir oy oranı ile de başkan seçildi.
O, Türkiye’nin ‘’Süper Vali’ olarak tanımlanan, halkın sevgilisi merhum Recep Yazıcıoğlu’nun oğlu.
Örnek bir başkan profili çiziyor. Hem çalışkanlığıyla hem de mevkidaşlarına oranla oldukça genç yaşı ve sahip olduğu vizyonla. Parti siyaseti yapmadan sokak sokak dolaşıp vatandaşın gerçek sorunlarıyla ilgileniyor. Saygısı ve sevgisi şüphe uyandırmadan işi ne ise onu yapıyor gözlemlediğim kadarıyla.
Sosyal medyayı da çok aktif kullanıyor. Kişisel hesaplarını takip etmenizi öneririm. Birçoğumuzun haritadaki yerini bir çırpıda gösteremeyeceğiz Tokat’ta yarattığı değişimle; işte belediyecilik, işte belediye başkanlığı dedirtiyor.
Vatandaşla diyaloğu, tavırları, görev bilinci ile Tokat’ta sandıkta kazandığı oylardan çok daha fazla gönülleri kazandığı açık.
Eğip bükmeden, siyasi kelime oyunlarına, slogan jargonlarına ihtiyaç duymadan talepleri, emriniz nedir diyerek dinliyor. Açıklamalarda sıklıkla, altını çizerek kullandığı ifade ise söyle:
‘’Bir dahaki dönem seçilmek, seçilmemek gibi dertlerim yok, olaya partizan da bakmam. Olacak işi yaparım, yapamayacağım iş için de yapamam derim. Ben devlet adamıyım. Babamdan gördüğüm terbiye de böyle. İcraat varsa laf yoktur.”
Yazıcıoğlu’nun çizdiği yönetici profili ‘’Keşke her dürüst belediye başkanı da Mehmet Kemal Yazıcıoğlu’nun sahip olduğu çatışmasızlık, tüm devlet kurumlarıyla uyum içinde, iktidar baskısından uzak icraat üretme alanına sahip olsa’’ dedirtiyor.
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Onur Ulutaş
TÜRKİYE'DE YİNE AYNI FİLM: DÜŞMAN SİYASETİ VE FAKİRLİK
Türkiye’de ekonomisi bir türlü düzelmeyen, iki yakası bir araya gelemeyen vatandaş son aylarda bir Hollywood filmi izlercesine, yıllardır körüklenen kutuplaşma sonunda patlak veren iktidar ve muhalefetin mevziisini korumak için mücadele ettiği ‘’düşman siyasetini’ izliyor. Yazan da aynı, yöneten de…
Üstelik tüm bunlar Türkiye nüfusunun büyük bölümünü oluşturan sıradan vatandaş, açlık sınırı altında yaşam sürerken oluyor. Yeterli beslenme için bile gerekli gelire sahip olamayan zihinlerin üzeri, iktidar destekli yaygın medyanın yanı sıra TRT ve Anadolu Ajansı gibi devletin resmi medya kuruluşları eliyle ‘’CHP’li belediye başkanlarının karıştığı yolsuzluk ve rüşvet suçları’’na ilişkin iddia ve senaryolarla bezeli kalın bir algı operasyonu tabakasıyla kaplanıyor.
KARARAN HAYATLAR, İÇİ BOŞALAN BİR ÜLKE
Tabii bu arada, artık bitti sanılan ama aslında 1950’li yıllardan günümüze dek ülkenin iliğini sömüren sağ-sol çatışmaları, darbeler silsilesi ve kumpas davalarında olduğu gibi binlerce eğitimli, düşünen, çarklara çomak sokmaktan çekinmeyen, sorgulayan, iddiası olan siyasetçi, akademisyen, yargı mensubu ve gazetecinin aileleriyle birlikte hayatları kararıyor. Kimisi ise arkasına bile bakmadan ülkesini terk etmeyi tercih ediyor.
Yıllar önce ‘’bitaraf’’ kalmayı tercih eden, günümüzde ise safını çoktan belli etmiş olan, biraz mesleki etik anlayış ve daha çok da maddi kaygılar nedeniyle ayakta kalabilmesi muhalefet kaynaklarına bağlı olan muhalefet medyası ise cezalara ve yıldırma politikalarına rağmen yayınlarını sürdürme çabasında.
SAHİ, TÜRKİYE’DE SOL NE ZAMAN TEK BAŞINA İKTİDAR OLDU?
Olmadı…
Türk anayasa hukukçusu, siyaset bilimci ve yazar Bülent Tanör, ‘Kurtuluş ve Kuruluş’ isimli eserinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin tam bağımsızlığa sahip olma ve devrimler ışığında demokrasisinin temellerinin atıldığı süreci 1918 yılında Ulusal Kurtuluş Savaşı ile başlatır ve 1940'lara kadar uzanan, Milli Eğitim, Halkevleri, Köy Enstitüleri, toprak reformu girişimleri gibi köklü reformlar dizisi ile son bulan dönem olarak ele alır.
Tanör’ün çerçevesini çizdiği kuruluş sürecinin tamamlanmasıyla eş zamanlı olarak, yani 1945 yılından itibaren çok partili yaşama geçiş denemeleri oldu ve 1950 yılında Demokrat Parti %52.7 oy alarak 408 milletvekilliği kazandı ve 27 yıllık tek parti dönemi sona erdi.
Ortadoğu ülkeleri gibi Türkiye’nin de 1950 sonrası bir türlü demokrasi ve istikrara sahip olması istenmeyen, dış baskılara maruz kaldığı için tam bağımsız ve sorunsuz bir dönem yaşandığını söylemek güçtür. Bunun en büyük göstergesi Türkiye’deki darbeler tarihidir. Bunun alt göstergeleri ise bugün de sıradan seçmenin ‘’terörist veya vatansever’’ olarak ayrılabilmesi, seküler- mütedeyyin, dindar olan- dindar olmayan, Atatürkçü olan-olmayan şeklinde ayrılması, bitmeyen beka meselelerinin seçim malzemesi haline getirilmesi, eğitimde kalitenin sürekli gerilemesi, hükümetleri devirme girişimleri, araçsallaştırılan derinlerdeki faşizm kokusunun düzenli olarak pompalanması, Türkiye’nin sosyal, demokratik ve laik bir hukuk devleti olup olmadığını sorgulatan, etnik, siyasi, dini ayrımcılık ve ayrıcalıklılık söylemlerinden hala fayda umulmasıdır.
Bu tür söylemlerden, siyasetten, uygulama ve yönlendirmelerden bağımsız düşünmesi ve hareket etmesi istenmeyen Türk seçmeni sosyal demokrat partilere temkinli yaklaşmıştır. Yıllardır bitmeyen siyasi ve ekonomik çalkantılar, krizler, skandallar, söylentiler, yargının siyasallaşmasına göz yuman rövanşist anlayışlar ile aşırı politize edilen Türk seçmeninin önceliğinin gençlerinin gelecek kaygısı taşımadığı bir ülke olmasına izin verilmemiştir.
Türk demokrasi tarihinde çok partili yaşama tam anlamıyla geçiş yapıldığı 1950 yılından bu yana CHP ya da herhangi bir sosyal demokrat- sol parti hiçbir zaman tek başına iktidara gelmedi.
Bu durumun nedenleri arasında sol partilerin kendi içlerinde yaşadığı kısır, kendini tüketen, yenilenmeye kapalı sabit fikirli anlayışları, toplumun her kesimiyle anlaşmayı imkânsız kılan geçmişin şartlarına dayanan hataları sahiplenmekten, onlarla yüzleşmekten kaçan siyasetlerinin de etkisi olduğu muhakkak. Ancak kaybedilen sayısız genel seçimden çıkarılan dersler, toplumun geniş kesimleriyle bir araya gelmeyi sağlayan açılımlar, ittifaklar, iktidarın ekonomideki başarısızlığı ve özellikle CHP’nin son yerel seçimlerdeki başarısı ve kazandığı belediyelerde ürettiği hizmetler kendisine hiç oy vermemiş seçmenlerin de dikkatini çekti.
Bu başarı artarken iktidar da boş durmadı; sağ-sol çatışmalarını hatırlatan kutuplaşma, darbe dönemi hukuksuzlukları ve 20 yılı aşkın süre boyunca ne olursa olsun gücü elinde bulunduran iktidarın yasama, yürütme ve yargıyı iç içe geçiren politikası da kemikleşti. Tek parti ve tek adam anlayışı devletin her kurumunda vücut buldu.
2024 Yerel Seçimlerinin sonuçları; ‘’İstanbul’u kaybetmenin iktidarı da kaybetmek’’ olduğunu çok iyi bilen iktidarı iyiden iyiye endişelendirdi. Yereldeki görünmez kalelerini bir bir terk etmek zorunda kalan iktidar, genel seçimlerde de aynı akıbeti yaşamamak adına, yıllar içinde zapt ettiği koltukların gücünü devlet eliyle acımasızca kullanmaktan çekinmedi.
Önce belediyelerin gelirleri tırpanlandı. ‘’İtirafçılar’’, ‘’etkin pişmanlık yasasından faydalanmak isteyen yurttaşları’’ ve şikayetleri dikkate alan, belediyelerde yıllardır dönen akçeli işlerin farkına yeni varmış gibi davranan savcılıklar harekete geçti. Sonra CHP’li belediye başkanları, yardımcıları, daire başkanları ve müdürler birer birer gözaltına alındı, tutuklandı. Tam ayakkabı kutularını unuturken bizler de böylece AK Partili ve MHP’li belediyelerin ne kadar dürüst ve şeffaf bir yönetim sergilediğinin farkına vardık.
‘’Bir hukuk devleti’’ olan Türkiye’de ‘’bağımsız ve tarafsız yargı’’ kimisinin iddianamesi bile hazır olmasa da tutuklu sanıklar hakkında belki de yıllar sürecek yargı süreci sonunda hak muhrumiyetleri yaşatarak son kararı verecek. Ama yakın gelecekte kulaklarımızda hep şu sorular çınlayacak: AK Partili belediyelerin yolsuzluk dosyalarını neden hiçbir savcı açmıyor? Kuşaklardır aynı kentte yaşayan, o kentin şehri eminlerinin kaçma ve delil karartma ihtimalleri yokken neden tutuksuz yargılama hakkı tanınmadı? Bu yaklaşım neyin tahammülsüzlüğü, bu hamleler neyin acelesi? Yaşananlar bir temiz eller operasyonu mu? Muhalefeti bitirme çalışması mı? Büyük Ortadoğu projesinin ya da Amerikan düşünce kuruluşlarında yıllar önce ortaya konulan ‘’Anadolu- Türkiye Birleşik Devletleri’’ planının bir aşaması mı? Demokrasi hocası Batı’nın sessizliğinin, Türkiye’nin derslerini boş geçirmesine göz yummasının nedeni de bu plan mı?
YERELDEN BAŞLAYAN VE YERELDE BİTEN DEMOKRASİ
Demokrasi önce yerelde başlar, seçmenin göreve getirdiği ve en yakınında gördüğü kişiler önce muhtarlar daha sonra da belediye başkanlarıdır. Kapısını açtığında; yaşadığı sokakta, kullandığı yolda, kaldırımda, altyapı faaliyetlerinde görür önce kullandığı oyun etki ettiği değişimi. Belediye başkanlarının kişiliği ve kimliği partisinden önde gelir. Halk, demokrasinin aldığı yaraları geç de olsa önce yerelde hisseder.
Milyonlarca seçmen güvenerek seçtiği, 5 yıl boyunca üreteceği hizmetleri yakından takip etmeye odaklanmışken, seçtiği kişileri parmaklıklar arkasında görüyor. Belediyecilik anlamında ‘’Türkiye’de güzel şeyler de oluyor’’ dediğimiz anlar sürekli azalıyor. Vatandaşın verdiği fırsatın iktidar baskısı ve tutuklu yargılamalar yoluyla elinden alınan belediye başkanlarının sayısı arttıkça demokrasi ve kalkınma adına umutsuzluk da artıyor.
KEŞKE HER YER TOKAT, HER BAŞKAN YAZICIOĞLU GİBİ OLSA
Oysa Tokat’ta olduğu gibi hangi partiden olursa olsun belediye başkanlarının başarılarını görmek isterdik. Yerelden başlayan demokrasinin topyekün kalkınma umudu yaratmasını, vatandaşla iç içe, vatandaşın gerçekten hizmetkarı olduğunu hissettiren başkanların sayısının artmasını, Türkiye’nin belediye hizmetleriyle gerçekten dünyaya örnek işler ortaya koymasını dilerdik.
Son günlerde başarılı bir belediye başkanı sessizce ve sadece işini yaparken dikkat çekmeyi başarıyor.
Tokat Belediye başkanı Mehmet Kemal Yazıcıoğlu…
Kendisi Milliyetçi Hareket Partisi’nden belediye başkanı adayı oldu 2024 yılı yerel seçimlerinde. Tokat’ta rekor bir oy oranı ile de başkan seçildi.
O, Türkiye’nin ‘’Süper Vali’ olarak tanımlanan, halkın sevgilisi merhum Recep Yazıcıoğlu’nun oğlu.
Örnek bir başkan profili çiziyor. Hem çalışkanlığıyla hem de mevkidaşlarına oranla oldukça genç yaşı ve sahip olduğu vizyonla. Parti siyaseti yapmadan sokak sokak dolaşıp vatandaşın gerçek sorunlarıyla ilgileniyor. Saygısı ve sevgisi şüphe uyandırmadan işi ne ise onu yapıyor gözlemlediğim kadarıyla.
Sosyal medyayı da çok aktif kullanıyor. Kişisel hesaplarını takip etmenizi öneririm. Birçoğumuzun haritadaki yerini bir çırpıda gösteremeyeceğiz Tokat’ta yarattığı değişimle; işte belediyecilik, işte belediye başkanlığı dedirtiyor.
Vatandaşla diyaloğu, tavırları, görev bilinci ile Tokat’ta sandıkta kazandığı oylardan çok daha fazla gönülleri kazandığı açık.
Eğip bükmeden, siyasi kelime oyunlarına, slogan jargonlarına ihtiyaç duymadan talepleri, emriniz nedir diyerek dinliyor. Açıklamalarda sıklıkla, altını çizerek kullandığı ifade ise söyle:
‘’Bir dahaki dönem seçilmek, seçilmemek gibi dertlerim yok, olaya partizan da bakmam. Olacak işi yaparım, yapamayacağım iş için de yapamam derim. Ben devlet adamıyım. Babamdan gördüğüm terbiye de böyle. İcraat varsa laf yoktur.”
Yazıcıoğlu’nun çizdiği yönetici profili ‘’Keşke her dürüst belediye başkanı da Mehmet Kemal Yazıcıoğlu’nun sahip olduğu çatışmasızlık, tüm devlet kurumlarıyla uyum içinde, iktidar baskısından uzak icraat üretme alanına sahip olsa’’ dedirtiyor.